‘Cunta Kızı’nın anlattıkları
Yönetime zorla el koyma, kimi zaman kendine bunu meslek edinenlerin muhtelif maskeler ardına gizlenerek eylemlerini meşrulaştırma girişimidir cunta. Böyle günlerde, gözlerini hiddet bürüyenlerin başkalarına ıstırap veren kahkahaları altında ezilir durur insan. Kendilerince bir ihsan eylemidir belki; şerait gereğince huzuru sağlamak boyunlarının borcudur fakat insafsızlık, feleği bile şaşırtır. Şiddet ve nefret öylesine baskın duygulardır ki çoğu insanın hayatına sirayet eder. Hıncını almak, muktedir olmak isteyenin ilk önce özümsediği şey olur cunta koşulları. Öyle jurnalcilikten, sırtını güce yaslama huzurundan bahsetmiyorum; küçük bir çekirdek aileyi bile darmaduman eden bir duygu bu; daima dayaktan, emirden, kısıtlamadan, yok saymadan geçen, yalnızlaştıran, korkudan büzdüren, rengi uçuklatan bir yaşama çıkan. “Çimdiklene çimdiklene kanatılmış bir hareli kuş”tur maruz kalanlar, dayan dayanabilirsen.
Şule S. Çiltaş, ‘Cunta Kızı’nda işte bu yaşama uğraşını anlatır, on bir yaşındaki bir asker kızının dünyasından. Evde birbirine yabancı anne, baba ve çocuklar vardır; “her şey yavaş yavaş solarak ölmekteyken günün birinde kurtulacakları” yanılsamasıyla yaşarlar. Karanlık soğuk mahallelerde, onların içi şiddet dolu hanelerinde babanın; çocuklarını, eşini döverek dirliği sağlama uğraşı kitabın her yerindedir. Asker olan baba, cunta yönetimi ne uyguluyorsa aynısını evinde uygular; ülkenin siyasi gidişatı ile ailelerin yaşamı bütünleşmiştir. Şiddet olağanlaştıkça babanın kalesini -evini- koruma güdüsü de aynı yoldan ilerler. Fakat sadece asker olmak ve dirliği sağlamak ile ilgili değildir babanın tavrı; kendinden kaçışın, kendini bilemeyişin de nişanesidir. Aileye sahip olamayan, akrabaları yanında büyüyen baba, “aile olma” mefhumunu anlamlandırmakta zorlanır, zorlandıkça da baba değil, asker gibi davranır. Kendisini liseden beri yetiştiren, askeriyedir; haliyle kişisel kuralları burayla iç içe belirlenmiştir. Çocukları, eşi sanki onun erleridir, gerektiğinde yola getirebilmek için her şeyi mübah görür kendinde. Uzaktır ailesine, mesafelidir. Ciddiyeti, konumu sarsılmasın diye neredeyse gülümsemez bile. “Doğulu-yabancı” karısıyla yaptığı evlilik, bir müfredatın hafta hafta işlenişi gibidir; zorunlu, sorgusuz, çoğu zaman da sıkıcı. Bu sebeple her çıkmaza girdiğinde çok iyi bildiği şeyi yapar; herkesi ruhu çekilinceye kadar döver. Şiddet, ülkenin de ailenin de ortak eylemidir, nasıl olsa kimse bu canilere katil demediği için rahattırlar, zaten mahkeme de yoktur.
Bu hengamenin arasında kitapta ince ince işlenen en kahredici şey, annenin yalnızlığıdır. Mezhebiyle, etnik kimliğiyle, yemekleriyle, kıyafetiyle, oturuşuyla ötekidir. Sessizce ağlar bir yerlerde; kayıplarına, memleketinden uzak oluşuna, kocasından göremediği güzel günlere. Gık demez, kabullenmiştir reva görülen hayatı. Bu kabulleniş bugünden bakıldığında canımızı sıksa da cunta devrinde, yaşadığı yere yabancı bir kadının çıkmazını anlamaya çalışmak için kıymetlidir.
‘HAVADA ASILI DURAN GÖRÜNMEZ UTANÇ TELLERİ’NİN TİTREMESİ
Mağdurlardan biri de evin on yaşındaki kız çocuğudur. Şiddet, sevgisizlik içine içine işlemiştir. Tektir, annesi ile babasının kavgaları artıkça her şeyi kendisi öğrenir, onlar “Çocuk olma!” diye kızdıkça kız büyür. Evden uzak olmayı yeğler, çünkü bardağı taşıran olayların ne zaman yaşanacağı belli olmaz. “İnsanın evi gibisi yok,” derler ya, bu cümle kız için “havada asılı duran görünmez utanç telleri”nin titremesini andırır. Hele ki içinde anne-babasından miras, ezilmiş, berelenmiş hayatı taşıyan babası varsa. Babası şark hizmeti için görevlendirildiğinde ve aileyi tanıdıkları birinin yanına bıraktığında kız mutludur. “Dayaksız, huzurlu, bahçelerin içinde geçecek tek yılımız,” diye yad eder sonraları. Bırakmak, bir ferahlamadır bu romanda, babasızlık yeğlenir, fakat öfkeli değildir. Herkes her şeye çok öfkelidir ama bu kız çocuğu daha sakin bir yerden yaşananları anlamlandırmaya çalışır. Hayatından mutsuz olan bu kızın ne annesini ne babasını suçladığını görürüz. Kaybedilen bir hayattır ona göre anne babasının hayatı. Şöyle der:
“Önce birbirlerine, sonra gittikleri her yerde yabancı olma-ma-k kötü kader değilse nedir ki? Annem, babamın ‘yabancı olmadığını’ bilmiyordu ki! Bilseydi evlenir miydi? Nereye giderse gitsin istenmeyen bu adamın peşine takılır mıydı? Yurtsuzluktan başı dönmüş, kalbini koyacak bir yastık bulamayan bu adamın, başka başka evlerde huzur bulan, iyi bir uyku uyuduğunda anlatan bu adamın. Yaşadıklarının sorumlusu olarak birbirlerinin boğazına yapışmış bir kadın ve bir erkek. Bunun için mi yaratılmışlardı? Ne birbirlerinin evi ne birbirlerine ev oldular.”
Bir türlü kendi kendini yok edemeyen bu çocuk, ağabeyleriyle birlikte, istenmediklerinin farkında, yalnız, fakat tutunmaya devam eder. Çaresiz ve çökkün hayat hepsinin üzerine sinmiştir. “Birbirlerine yabancı olmanın” asla değişmeyeceği gerçeği oradadır; kutsal kâğıda yazılmıştır, sirkeyle temizlenmez. Bir kabulleniş vardır, altında çok büyük korkuların yattığı. Romanın, eylemsizliği besleyen en mühim gerekçelerinden biri budur.
Ülke, vurgun yemiş hikayelerin toplamıdır o günlerde. Ailenin evi kurşunlanır, bir gecekondu mahallesinde yaşamaya başlarlar. O günlerde kız, başka dayak yiyen kadınları tanır, ağabeyi solculuktan hüküm giyer, halkı bilinçlendirmeye çalışan devrimciler öldürülür, gençler kaçmak zorunda bırakılır, “gâvurlar, Kızılbaşlar, yobazlar” uçuşur havalarda. Ve şöyle tarif eder yaşadığı hayatı kız: “Yıkılacağımızı sandığımız için direnmeye korktuğumuz şeylere katlanırken, katlandığımız şeylerin aslında korktuklarımızın çok üzerinde olduklarının, çok daha fazla direnç istediklerinin farkında değildik.” Evet, direnç yoktur kızda ve onun hayatındaki her insanda. Sevgi nedir görmemiş, aile nedir bilmemiş askerin, yurdundan koparılmış, yaşadığı hayatı sanki ona bahşedilmiş gibi hissettirilen annenin ve “cuntanın” kızı olmanın şartları vardır. Hayata tutunmak demek, diretmemek demektir. Bu halin, içten içe bu insanların içini kemirdiği ise inkar edilemez gerçektir.
İki tarafın da “örgütlü ve kardeşçesine mücadelesinin” çarpışması, giderek büyüyen yalnızlık, birbirlerinin yazgılarından medet umarak yekvücut olabileceklerini sanan anne babalar, yurtsuzluk, terk edilmişlik, korku… ülkenin yazgısı ile “temel taş, kutsal birliktelik” ailenin yazgısının buluştuğu yer bu roman. Öfke hakim, çare kim?